Mehmet Ali Esmer - Ah Şu Türk'ler!…

Mehmet Ali Esmer

Ah Şu Türk'ler!…

Mehmet Ali Esmer

Geçenlerde Doç. Dr. Haluk Berkmen’in “Türkçe’de Tekrar ve Karşıtlık Simetrisi” (1) isimli makalesini okurken, hocamızın Türkçe’de çok önemli saptamalara değindiğini gördüm. Bunları, biraz olsun sizlerle paylaşmak istedim. Makalesinde “Türkçe’de Ses Yansımalı Kelimeler” bölümünde, Altay Dil Grubu içinde Türkçe’nin de tüm Asya dilleri gibi bir eklemeli dil olduğunu söylemekle beraber, tüm bu diller içinde ses yansımalı sözcük bakımından en zengin olanının da Türkçe olduğunu vurgulanmaktadır. Ve yazının devamında da; “Örneğin iki sert cisim birbirlerine çarpıştırılırsa ‘Çak’ diye bir ses çıkar. Bu doğal sesten bakın ne tür sözcükler üretmişlerdir atalarımız: Çakar, Çakaralmaz, Çak-çuk et, Çakıl, Çakı, Çakıldak, Çakıştır, Çakıltı, Çakmak, Çakır çukur, Çakırdaklı, Çakkadak, Çakmur, Çakırıntı... Benzer şekilde bir cismi diğerine çarptırma eyleminden ortaya ‘Tak’ sesi de çıkar. Bu kök sözcükten türeyen ikincil şekillere bir göz atalım: Takılat, Takırdat, Takırtı, Takıntı, Takır, Takla, Tak tak kolu, Takagan, Tak tuk etme, Takır tukur, Takılcak...” denmektedir. Biz bu örnekleri ‘tok’, ‘cik’, ‘küt’, ‘pat’, ‘vız’, ‘vın’, ‘cız’, ‘cırt’, ‘fırt’, ‘şıp’, ‘şak’ vb. gibi çoğaltabiliriz diye düşünce süzgecinden geçirirken, işte tam o sırada aniden bir hatıra canlanıverdi kafamda. 13 yıl önce kızım henüz bir yaşını bitirmiş, konuşmaya başlamamış iken gazoza “Tıs” ismini takmıştı. Nasıl mı? Belli ki kızım da doğaya kulak vermiş, gazozun kapağı açıldığında ortaya çıkan sesi ağzı ile taklit edip, istediği hedefi de parmağıyla işaret ederek başarmıştı bunu. O dönemler şaşkınlık ve hayranlıkla seyrettiğim bu olay,  şimdilerde ise kızımın o vakit sergilediği “mucit” duruş anının fotoğrafını nasıl kaçırdığım acısı oldu. Kim bilir bu tip enstantaneler kaç ailenin anı sandığı içinde bırakılarak unutuldu gitti.

Bunlar kafamdan hızlıca geçerken, bir an “Acaba milletimin doğuş ve bebeklik hali nasıldı?” sorusu beni bir hayli gerilere sürükledi. Anladığım ve bildiğim kadarıyla bu milletin bebeklik mucitleri, binlerce yıl önce doğada gördüğü her şeyi sadeleştirip taşlara betimleyerek resim yazısını icat etmiş. Arkasından da resim yazısını simgeleştirerek damga diline dönüştürmüşler. (2) Öyle ki sadece bu simgeleri bile dikkatlice incelersek, damgaların ne demek istediğini anlar olmuşuz. Örneğin atalarım, ucu yukarı bakan bir ok çizmiş ki (okuma kelimesinin atası) bununla “yükselmeyi” ifade etmiş. Bir mağara ağzını andıran “n” (in) damgasını yapıp “içinde” anlamını yüklemişler. Arkasından da  “b” damgası icat edivermişler ki “kaynayan sudan güneşe yükselen” anlamını vererek adına da “ub, bu, buğu” demişler. (3) Bak sen, bir de güçlü ve boynuzlu bir hayvan bulup, boynuzlarını “ub, bu, buğu” ya benzetip, güçle yükselmeyi birlikte anlatan bu hayvanın ismini de “Buğa-Boğa” koymuşlar. Ha, o günden beridir ki, her hangi bir müsabakada mücadeleyle yengi kazanan bir birey, kollarını yukarı kaldırarak, kollarıyla Boğa veya Boynuz işareti yapar olmuş. Eh iş alfabeye kalsa daha niceleri var, saymakla da bitmez de…

Atalarımın icatları sadece dilde-yazıda olsa neyse! Bu güzel insanlar tutmuş, doğayı ve seslerini dinlemiş, dinlemiş, sonunda binlerce yıl önce dombrayı icat ederek, günümüz Tamburuna dek 4x4 vuruşlu at nalı eşliğinde bir yığın muazzam müzikler bestelemişler. Bu güzel besteler eşliğinde adına halk oyunu denilen kızlı-erkeklerimiz oyunlarımızda, erkekler hep güç ve onurun temsil ettiği kartalı, kızlarımız da zarafetin ve estetiğin temsil ettiği bir kuğuyu anlatmıyor mu? Eee demek ki biz gücü, onuru, zarafeti ve estetiği doğadan öğrenmişiz. Ancak bunları yaparken de daima doğayı hep ama hep doğayı, yani Yaradan’ın yarattığını çok dikkatli gözlemlemiş. Yani Tanrı’nın Kitabı’nı doğru okuyup, doğru yorumlarla doğa yansımalarının uygulamalarını gerçek hayata adapte etmeye çalışmış olan mucitlerimizden faydalanmışız. Anlaşılan o ki böylece kısa yoldan hayatı kolaylaştırma yarışına düşmüş bu çabalara günümüzde kısaca BİLİM diyoruz.

Galiba bu adamların yapacak işi yok! Yine hiç durmamışlar yola devam, o zaman icatlara da devam. Sabırla her gün ay ve güneşi incelemişler, bunlara çetele tutmuşlar ve aniden takvimi bulmuşlar. Hiç üşenmeden bu takvimi hayvanlarla simgeleyip taşlara kazımışlar. Takvimi yıllara, yılları aylara, ayları günlere bölerek, nihayetinde 365 basamaklı yapılar inşa etmişler. Hay be, doğaya âşık olan bu millet, doğadaki renkleri bile yerli yerinde kullanıp, Doğu’ya SARI, Batı’ya KIZIL, Kuzey’e KARA, Güney’e AK demişler ve bunlarla gâhî denizlerini, gâhî devletlerini, gâhî kervansaray ve hanlarını isimlendirmişlerdir.

Daha yakın bir zamana gelelim; Kayseri-Erciyesi’nin eteklerinde yer alan Ağırnas Köyü’nde, Sinan diye bir çocuk varmış. Sen kalk senelerce köyün içinden, yeryüzünün yer çekimi nezaretinde, Altın-Oran süzgecinden süzülerek oluşmuş bu koca dağa baka baka dağın taşıyıcı sırrını bul! Sonra da bir şekilde İstanbul’a git, Süleymaniye Cami’nde uygula. Bu da yetmiyormuş gibi Erciyes Dağı’nın Köyü’nden görünen siluetini, tıpa tıp Süleymaniye Camisi’ne uygula. Haa bu arada “Mimar Sinan Türk değil ki!” diyenleri duyar gibi oluyorum. Onlara yanıtım, Pars Tuğlacı’nın palavrasının aksine, kendisi iyi bir Karaman Türk’üdür ve sadece orada yaşayan Karamanlılar gibi geçmişi Hristiyan’dır. Son olarak bu konuya inanmayanlara şunu söylüyorum; Ağırnas orada, torunları da, şeceresi de. Gitsinler, baksınlar!

Gelelim günümüze çok yakın bir zamana, yani “Sarı Saçlı Mavi Gözlü” mucidimize. O’na ilaveten söylenecek bir söz yok. O başlı başına doğanın bir mucizesi zaten, kendisi dahi “Benim hayatta yegâne fahrim, servetim Türklük’ten başka bir şey değildir” (4) diyerek bu milletin bağrında otağ kuran yiğit. Ve kendileri mucitlerin mucidi olup, Türkiye Cumhuriyeti’nin mimarıdır…

Eee şimdi bunları durup dururken niye mi anlattım? Dur anlatayım… Habere, birkaç gün önce ciddi bir yazarımızın makalesinde rast geldim. “Memleketi Trabzon'un Of İlçesi’nde Çakıroğlu Vakfı’nca düzenlenen iftar yemeğine katılan Çevre ve Şehircilik Bakanı Erdoğan Bayraktar, burada bir konuşma yapmış. Türkiye’nin, müslüman bir ülke olduğunu ve “konumu itibarıyla” mucitler çıkaramadığını, bunun için gençlerini ara eleman olarak yetiştirmeye odaklanması gerektiğini” (5) söylemiş. Şimdi ben bunu okuduktan sonra -Valla konuyla pek alakasıyok ama- gayri ihtiyari gülümseyerek, Sultan Alparslan’ın Komutanı olan Sav Tiğin’in 1042 yıl önce Roman Diogenes’e söylediği söz aklıma geldi:

“Efendim, atlarınızın Hemedan'da kışlayacakları belli, ama sizin nerede kışlayacağınızı Allah bilir.”

“Atatürkçülük, İslam Dünyası’ndan mucit çıkarma projesidir.” (6)

* * *

(1) http://www.astroset.com/bireysel_gelisim/kadim/k40.htm

(2) http://www.astroset.com/bireysel_gelisim/kadim/k49.htm

(3) http://www.astroset.com/bireysel_gelisim/kadim/k29.htm

(4) Mahmut Esat Bozkurt, Yakınlardan Hatıralar, S. 95

(5) Özdemir İnce/ “Müslümanız bizden mucit çıkmaz” isim ve (10 Eylül 2013) tarihli Aydınlık Gazetesi makalesi

(6) http://www.ilk-kursun.com/haber/156596

KÖŞE YAZARLARI
Murat Sevgi

Murat Sevgi

Yılmaz Çivici

Yılmaz Çivici

Nijat Ayvaz

Nijat Ayvaz

Mehmet Ali Esmer

Mehmet Ali Esmer

Atıf Mutlu

Atıf Mutlu