Murat Sevgi - Ekoloji Mi, Ekonomi Mi?

Murat Sevgi

Ekoloji Mi, Ekonomi Mi?

Murat Sevgi

Ekonomi ve ekoloji arasında birbiri ile zıt bir ilişki olduğu düşünülür. Bunun nedeni klasik ekonomi anlayışında kısa süreli kârların başarı olarak görülmesidir. Şimdi biri çıksa, ‘aslında ikisinin de anlamı aynıdır’ dese şaşırır mısınız? Şaşırmayın! Temelleri aynı noktada birleşen bu iki terimin ortak yanı sürdürülebilirliktir.

Bir ağacın dallarındaki meyvelere ulaşmak için dalları kesmek ya da süt veren bir ineği kasaba satmak ‘ekonomik’ kararlar olabilir mi? Dalları keserek, o ağaçtaki meyvelerin tümüne hem de çabuk bir şekilde ulaşabilirsiniz. Burada o yılki hasat için bir ‘avantajdan’ söz edilebilir mi? Öyleyse üzerinde yaşadığımız toprakları, hem endüstriyel hem de tarımsal ürünler elde ettiğimiz ağaçlar gibi düşünürsek; buradan, ne gibi bir sonuca ulaşabiliriz? Yaşadığımız topraklar üzerinde sürdürülemez üretim sistemleri kurmak ne derece akılcı olabilir ki?

Sürdürülebilirlik, EKOLOJİ FELSEFESİ’nin önemli kuralıdır. Bu kural, dünya üzerinde insan varlığının da devamlılık sebebidir. Son 300 yılda, endüstrileşme ve yüksek kapasiteli üretime imkân veren teknolojiler ile sistemin sınırlarını zorlamakta olduğumuzu fark edebiliyor muyuz? Bu sistem, hassas dengeler üzerine kurulu ve insanın algılayabileceğinin çok üzerinde detayları içeren muhteşem bir makine gibi bizleri de birer parçası olarak içinde barındırıyor. Evet, bizler doğa denilen o makinenin içindeyiz ve -dahası- o makinenin bir parçasıyız. İnsanın varlık nedenlerinden en temel öğeler olarak; hava ve su bile şu ana kadar yaptıklarımızın sonucunda büyük bir risk altında. Özellikle, dünyadaki insan yaşamına destek verecek, ‘içilebilir su’ adil dağılmış değil.  Bu adaletsizlikte insanın bir payı yok. Bizler dünya üzerinde emek harcamadan içilebilir suya ulaşabilen azınlığın içinde olduğumuzu fark etmeliyiz.  Bu ayrıcalık, üzerinde yaşadığımız coğrafyanın stratejik değerini çok yükseltiyor.  Bu bizim irademizin dışında oluşan, istesek de istemesek de sahip olduğumuz bir değer.

İnsan için gerekli olan temiz su, endüstri için de gerekli. İşte bu değerin bizler tarafından iyi yönetilmiyor olması sayesinde ‘kalkınmışlık’ olarak gördüğümüz binlerce işletme çevremizi kuşattı. Yarım asra yakın bir süredir suya dayalı endüstrilerin bir parçası olan işletmeler ile iç içe yaşıyoruz.

Ama suyun insani ihtiyaçlar için olan önemi endüstriyel öneminden daha değerli hale gelmeye başlayınca; dünyanın endüstriyel profiline şekil veren irade suların yaşamsal sürece olan katkısını ister istemez fark etmek zorunda kaldı. Bu gidişe dur demek için ‘Su Yönetimi’ ile ilgili uluslararası politikalar geliştiriliyor ama tehlikeli bir sınıra doğru geldiğimiz de kimse inkâr edemez.

İnsan nüfusunun artması ile gıda, su ve diğer yaşam kaynaklarını üretimini ve kontrolünü bir şekilde dengelemek görevi doğanın elinden alınarak insana geçmeye başladı. Bu hassas denge çok dar bir alana sıkışmış hassas değişkenleri hızlı bir şekilde kumanda etmeyi gerektiriyor. Bu dengelerden en önemlisi: Sanayi üretiminde yaşanan artışın etkisi ile gıda ihtiyacının karşılanamaz hale gelmesi riski ortaya çıktı.

Dünyada hiçbir sanayi tesisi gıda üretemez. (Bütün teknolojisi ve bilimsel altyapısına rağmen insanın başaramadığı en temel meseledir.) Gıda, sanayi işletmeleri tarafından işlenip başka gıdalara dönüştürülebilir ama gıda olmayan bir hammaddenin gıdaya dönüşmesi imkânsızdır!

Öyleyse, gıdayı ana kaynak olarak tarım hayvancılık, balıkçılık gibi tekniklerden başka bir yoldan elde edilemediğimizi görüyoruz demektir. Sağlıklı gıda, ancak sağlıklı ortamda yetiştirilebileceğine göre bir şekilde ‘sağlıklı ortamı yok etme şansımızın bulunmadığı’ apaçık ortaya çıkmaktadır. Bu da göstermektedir ki; strateji geliştirenler, tercih sıralamalarını değiştirmek zorundadır!

Sanayi mi, tarım mı?

Aşırılık sadece endüstriyel mi?

Endüstriyel üretim bir sebepten çok, ‘sonuç’ olarak önümüzde duruyor. Çok üretmek isteğini çok kazanmak ve çok büyük hâkimiyetler elde etme güdüsü tetikliyor. Bu güdü, sadece tüketim mallarında değil bizzat insanın kendi nüfusunda da etkili olmuş.  İnsan nüfusu, dünyada var olduğu milyonlarca yıllık süreçte hiçbir zaman sahip olmadığı bir sayıya ulaşmış. Endüstrileşme ile birlikte hızlı nüfus artışı öylesine kontrolden çıkmış ki, bir asırda 2 ya da 3’e katlayacak düzeyde hızlı bir çoğalma içerisine girmiş.

Bizler ne kadar teknoloji ile iç içeyiz desek de tüm yapaylığımıza ve teknolojilerimize rağmen; halen doğanın bir parçasıyız. Bu öyle sıradan bir biat etmişlik hali de değil. Tüm inadımıza rağmen ekolojinin denge kültürünün oyuncularıyız ve bu denge sistemi hiç düşünmediğimiz bir anda bize dur diyebilir.

Doğa, dengelerini milyonlarca yılda oluşturmuş ve defalarca tekrarlan sistemler sayesinde kusursuzlaştırmış.  İnsan, içinde yaşadığı ekosistem ile karşılaştırıldığında, milyonlarca dişliden oluşmuş bir makinenin içerisine düşmüş küçük bir fındık faresinden farksız. Olanca dikkati ile çevresini kollayıp hayatta kalmaya devam etse de -nüfus olarak- irileşmeye devam ederse kendisini, doğanın acımasız çarklarının arasında, hiç de istemediği bir pozisyonda bulabilir. Sonrasında hayatta kalmayı başarabilen birileri olursa, ‘doğanın kanunları karşısında aciz kaldık’ ya da ‘afetler ile başa çıkabilecek bir güce sahip değiliz’ diyerek, kendilerini avutmaya çalışmasınlar!

Her yıl, 5 Haziran tarihinde aklıma gelen Dünya Çevre Günü öncesinde; “Her günü, bir şeyleri değiştirme şansı için, ‘fırsat’ diye düşünmeliyiz” diyorum. Yaşadığımız ortamın değerlerini korumak ve saygı göstermek bize zor gelmesin.

Hep sevgi ile kalın…

KÖŞE YAZARLARI
Murat Sevgi

Murat Sevgi

Yılmaz Çivici

Yılmaz Çivici

Nijat Ayvaz

Nijat Ayvaz

Mehmet Ali Esmer

Mehmet Ali Esmer

Atıf Mutlu

Atıf Mutlu